O yalan , bu yalan...

Doç. Dr. Emre Erdoğan
Doç. Dr. Emre Erdoğan
  Eki.02, 2017, 00:00
Oxford Dictionaries 2016 yılının kelimesi olarak “post-truth” yani “gerçekötesi ” terimini seçmiş.

Oxford Dictionaries 2016 yılının kelimesi olarak “post-truth” yani “gerçekötesi ” terimini seçmiş.

 Anlamı ise şu: “‘Nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” Başka bir deyişle, “hakikat” ne olursa olsun, kişilerin görüşlerini, “duyguları” ve “kanaatleri” üzerine kurgulaması. Aslında bu kelimeyi seçenler 2017’yi görseler, bu yılın daha bu tanıma daha uygun olduğunu düşünürlerdi kesin.

Kelimenin içerdiği “truth” yani hakikat kelimesi, “post” tamlamasını içeren her terim gibi bir tuzak içeri­yor. Post-modernizm, modernizmin var olduğunu ve sonrasını; post-yapısalcılık, yapısalcılığın var olduğunu ve sonrasını işaret ederken, post-truth dediğiniz zaman da bir hakikatin var olduğunu ve ötesine/sonrasına geçildiğini ima ediyorsunuz. İşte tuzak da bu, “hakikat” var mı?

Her ne kadar terim “iklim değişikliği” gibi hemen hemen bütün bilim adamlarının hem­fikir olduğu konularda “duygulara” ve “kişisel kanaatlere” kapılan kitlelerin yanılgısını anlat­mak için kullanılmış olsa da, özellikle Trump ve benzeri liderlerin yükselişiyle çok daha kapsamlı kullanılmaya başlandı. Trump’ın 2017 Ocak ayındaki yemin töreninin, Oba­ma’nın 2009’daki töreninden daha kalabalık olduğu iddiası, yılın hemen başında piyasaya sürülmüş. Birleşik Krallık’ın her hafta AB’ye 350 milyon Pound verdiği iddia edilmiş –ki sadece 250 milyon Pound-. Bunları her ülke­den, özellikle de bizim ülkemizden örneklerle zenginleştirmek mümkün.

“Gerçekötesi” teriminin popülerleşmesi zaman içerisinde bir anlam kaymasına yol açmış. Terimin “ideal” tanımı “bilimsel” bir gerçeğin “duygular” ve “bireysel kanaatler” üzerinden reddini kastederken, büyük oran­da iklim değişikliği üzerine tartışmalardan esinlenmiş. Ancak yaşamda her şey, iklim değişikliği kadar kesin bir bilimsel gerçeklik taşımıyor. Özellikle konu pozitif bilimlerden çıkıp sosyal bilimlere geldiğinde, toplumsal konuların gerçekliğinden söz etmek mümkün değil. Çünkü sosyal bilimlerde gerçek olarak tanımladığımız şey; içinde bulunduğunuz paradigmadan, kavramsallaştırmanıza; veri toplama yöntemlerinden, ideolojik konu­munuza kadar birçok faktörden doğrudan etkileniyor, o yüzden de birisine göre mutlak doğru olan şey, başka birisine göre “külliyen yanlış” olabiliyor. Post-modernizm (bakın bu da bir “post” kelime) hiçbir şey öğretmediyse, sosyal bilimlerin ilgi alanında mutlak gerçek­lik arayışı iddiasını sona erdirdi. Yerine ne mi koydu? Hiç…

İşte “gerçekötesi” siyaset, bu “hiçliğin” külleri üzerinde yükseliyor. İçinde yaşadığı­mız büyük türbülans, belirsizlik ve “akışkan modernite”, eski istikrarlı günlerin verdiği huzur hissini kaybetmemize, üzerinde durduğumuz sağlam toprakların yerini bir tür balçığa bırakmamıza yol açtı. Böyle bir durumda da, gerçek arayışının külfetli ve karmaşık yolculuğu yerine; yanlış da olsa hu­zur verici kendi doğru bildiğimizle yaşamak, bilimsel gerçeğin yerine kendi kanaatlerimiz ve duygularımızı koymak çok daha kolay ve sürdürülebilir.

“Gerçekötesi” kavramında ve kolaylıkla gözlemleyebileceğimiz üzere bu kavramın diğerini “aşağılayıcı” kullanımında büyük bir sorun var. Sanal alemde “post-truth” kelime­siyle yapacağınız en hızlı arama bile, bu kav­ramı teşbihte kullananların diğerini “gerçeği anlamamak”, “gerçeği inkâr etmek”, “akılcı olmamak”, “cahil olmak” ya da en önemlisi “duygularıyla hareket etmek” ile suçladık­ larını gösteriyor. Ortalığı sel-fırtına-yağmur götürürken iklim değişikliğine “yok” demek bu yaftaları belki hak ettirir ama neden siyasi görüşlerimiz, gündemdeki konular hakkın­daki kanaatlerimiz ya da her gün yaptığımız tercihler bu aşağılamayı gerektirsin ki? Hele akıl ile duyguları karşı karşıya koymak nasıl büyük bir yanlıştır? Çağdaş nörobilim bize duyguların doğru karar vermeyi engelle­mediğini, bilakis duygular olmadan doğru kararlar veremediğimizi gösteriyor. Dama­sio’nun ünlü çalışmasının gösterdiği üzere duyguları bir sebepten devre dışı kalmış hastalar, ne yemek yiyeceklerine bile karar veremiyorlar. Dolayısıyla eğer birileri duy­gularıyla hareket ediyorsa dışlamak yerine bilakis tebrik etmek gerek duygularının sesine kulak verdikleri için.

Bazılarının öne sürdüğünün aksine “gerçe­kötesi” çağı aklın yok olduğu ikinci bir orta­çağı, bir karanlık dünyayı getirmiyor olabilir. Tam tersine modernizmin, aşırı akılcılığın, Fordist üretim biçiminin ürünleri nitelikleriyle karşılaştıran ideal tüketicisinin siyasetteki ikizinin sonunun geldiğini de söyleyebiliriz. Herkes tarafından kabul edilen gerçekle­rin değiş tokuş edildiği siyaset arenasının yapaylığını daha vurucu bir şekilde göstere­bilmek şu anda yaşadığımız farsa ihtiyacımız var belki. Akılcı gözüken politikaların, iddialı kalkınma projelerinin ya da “100 gün” prog­ramlarının aslında çoktan deneyimlerimize, duygularımıza, doğru ya da yanlış önyargıla­rımıza dayanarak aldığımız kararların “meş­rulaştırılması” için birer kılıftan, ilacın acılığını örtbas etmek için kullanılan şekerden ötesi olmadığını kabul etmemizi can sıkıcı da olsa “gerçekötesi çağı” sağlayabilir.


 

Her karanlık çağın daha iyi bir döneme kapıyı açtığını düşünmek de hatalı olabilir, belki de Stoacı bir bakış açısıyla zamanların bazen iyi, bazen kötü olduğunu kabul etmemiz; payımıza düşene katlanmamız gerekebilir. Yine de bu elimizden geleni yapmamızı engellememeli.

“Gerçekötesi” çağın yeni normal olduğunu kabul edersek, nasıl iletişim kurabiliriz, nasıl siyaset yapabiliriz? Her türlü yargının göreli olduğunu söyleyerek ilerlemenin insanlığa kattığı bir çok şeyden vaz geçmemiz gerekmiyor. Tabii ki toplumsal cinsiyet eşitliği, yoksullukla mücadele, her türü ayrımcılığa karşı olma, sağlık, eğitim ve beslenme gibi temel gereksinimleri toplumun her kesimine adilce ulaştırma çabası çok değerli ve bu çabalar “vox populi” istemiyor diye bırakılmamalı. Bu çabalara seçmenin/kamunun desteğini sağlama yöntemini değiştirmemiz gerekiyor sadece. Ders verir gibi “bu doğrudur” diyerek -ki artık dersleri de öyle vermiyor kimse-, fikirlerimizi kabul etmenin ahlaki bir zorunluluk olduğunu iddia ederek ve bizimle aynı fikirde olmayanları önce dışlayarak daha sonra ötekileştirerek destek sağlamak mümkün değil. Doğruları gösterip “ikna olsana” demek yerine; önce kalpleri, sonra zihinleri kazanmak gerek. Bu da diğerini anlama ve ona hak vermek gibi zor bir süreci göze almayı gerektiriyor.

Yoksa bu çağda kolay yöntemi de seçebilir, “gerçekötesi” siyasetin ruhuna uygun olarak siyasetimizi nefret, korku ve tiksinme gibi duyguların üzerine kurabiliriz, daha kolay olacağı kesin; ancak daha iyi olacağını kimse söyleyemez.

 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

01-11-2017 09:31

Emre konuştuğumuz konuyu unutmadın değil mi? Buna benzer bir şey yazmıştım Yeşil Gazete ye daha önce.

BENZER HABERLER