Bölünmüş Bir Ülkede İletişim Kurabilmek…

Doç. Dr. Emre Erdoğan
Doç. Dr. Emre Erdoğan
  Mar.22, 2016, 00:09

Doç. Dr. Emre Erdoğan Dinlemekle başlamak lazım; herkesi ama herkesi hem teker teker, derinlemesine dinlemek; hem de bir araya getirerek, birbirleriyle tartıştırarak dinlemek lazım.

Şubat ayı başında açıkladığımız bir araştırma çalışmasının sonuçları kamuoyunun ilgisini hayli çekti. “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” başlıklı çalışmanın amacı ülkemizde taraflar arasındaki mesafenin artışına dikkat çekmekti, bunu da başardı diyebiliriz.

Araştırma raporunda yer alan çok sayıda sonuç arasından en fazla ilgi çekeni, insanların birbiriyle yaşama konusundaki isteksizliğini gösteren rakamlardı. Araştırmaya katılanlara kendilerini en uzak hissettikleri parti taraftarları soruldu ve yüzde 79’u bir parti taraftarlarını işaret etti. Daha sonra sözü geçen en uzak parti taraftarları söz konusu olduğunda, görüşülenlerin o kişilerle temas kurma istekliliklerini ölçen bir dizi soru soruldu. Sosyal psikoloji yazınında “sosyal mesafe” adı verilen bir kavramdan ilham alınarak geliştirilen bu sorular arasında “öteki” parti taraftarlarıyla kız alıp vermekten iş kurmaya kadar bir dizi işbirliği bulunuyor. Aldığımız sonuçlara göre söz konusu en uzak hissedilen parti taraftarları olduğunda; kızının bu kişilerle evlenmesini istemeyenlerin oranı yüzde 83, iş yapmak istemeyenlerin oranı yüzde 78, komşu olarak istemeyenlerin oranı yüzde 76 ve çocukların arkadaşlık etmesini istemeyenlerin oranı yüzde 74. Üstelik bu oranlar, en uzak hissedilen parti hangisi olursa olsun benzer oranlarda seyretmekte. Elimizde geçmişte bu durumun ne düzeyde olduğunu gösteren eski çalışmalar yok ne yazık ki, o yüzden artış olup olmadığını bilemiyoruz. Yine de bu rakamların insanı kaygıya sevk edecek kadar yüksek olduğu açık. Yine sonuçlar arasında ilgi çeken ve kaygı veren başka rakamlar da var. Yine bu bölümde, bir dizi sıfat sayarak, görüşülen kişinin kendisini en yakın hissettiği siyasi parti tabanına mı, yoksa en uzak hissettiği parti tabanına mı daha uygun olduğunu sorduk. Sonuçlar, katılımcıların “vatansever”, “onurlu”, “açık fikirli”, “cömert” ve “zeki” gibi olumlu sıfatları kendilerini yakın hissettikleri parti tabanına; “kibirli”, “ikiyüzlü”, “bağnaz”, ve “zalim” gibi olumsuz sıfatları da en uzak hissettikleri parti tabanına uygun gördüklerini gösterdi. Üstelik “hiçbirine uygun değil” ya da “ikisine de uygun” deme şansları varken. Aslında siyasi parti taraftarları arasında sosyal mesafenin bu denli açılması için mantıklı bir sebep yok. Liberal demokrasilerde siyasi partiler pazara tezgâh açan pazarcılar gibidir, birinin domatesini beğenmezseniz; öteki tezgâha gidersiniz; üstelik farklı tezgâhlardan alış veriş yapan kimseye de uygunsuz sıfatları layık görmezsiniz. Ama durum gösteriyor ki, ülkemizde parti taraftarlığı basit bir tercihin ötesine geçmiş ve insanlar takım tutar gibi parti tutmaya başlamışlar; ki kültür olarak takım tutma konusunda da pek başarılı olmadığımızı söyleyebiliriz. Gelinen durumun sayısız nedeni var ve bu dergi sayfalarının ötesinde bir çaba gerektiriyor anlamak/anlatmak için. Ama esas sorunun, bu kadar bölünmüş bir ülkede nasıl yaşayabileceğimiz/konuşabileceğimiz meselesi kelime sayısıyla sınırlanmayacak kadar acil bir mesele. Gerçekten, bu kadar bölünmüşse toplum – ki yukarıdaki rakamlar ve raporda erişebileceğiniz diğer bulgular bunu gösteriyor-, nasıl konuşabileceğiz? İletişimde segmentasyon önemli tamam da, hangi akıllı iletişimci hedef kitlesini sadece bir siyasi parti taraftarlarıyla sınırlamak ister ki? Bunu zaten siyasetçiler ve onlarla çalışan iletişimciler yapıyorlar ve onların bile bu kadar sınırlama lüksü yokken, biz neden sınırlayalım ki kendimizi? Taraf tutarak konuşamayacağımız kesin. Hangi konu olursa olsun, taraf tutarak konuştuğunuzda kazandığınız kadar kişiyi kaybedeceğinizi de gösteriyor rakamlar. O yüzden eğer işimiz siyaset değilse, taraf tutmaktan kaçınmakta yarar var, bırakalım siyasetçiler taraf tutsun. Taraf tutmadan, her iki tarafa da hak vererek bir diyalog yaratabilir miyiz siyasi konularda? Bu mümkün ama çok zor. Bizim çalışmamız siyasi konularda herkesin farklı iletişim kanallarına kulak verdiğini gösteriyor, kimse “öteki”nin gazetesini okumuyor, televizyonunu izlemiyor. Bir iki gazete haricinde her parti tabanından okuyucu toplayan mecra yok mesela. Zaten daha önce yapılan çalışmalar gösteriyor ki, insanlar kendi görüşlerini destekleyen haberleri daha çok seviyor; karşıt haberleriyse yok sayıyorlar. Dolayısıyla her iki tarafa da dert anlatmaya kalkmak, deveye hendek atlatmaktan zor siyasi konularda. Taraf tutamıyoruz, her iki tarafa hak da veremiyoruz. O zaman sanırım siyasi konularda sessiz kalmaktan başka bir seçenek kalmıyor. Pekiyi, sessiz kalmak da bir tür konuşmak değil mi? Sormazlar mı insana-markaya “ülkenin bu acil günlerinde neden sustun, neden sesini duyamadık?” diye. Sessizliğimiz bir tür onay sayılmaz mı, o ya da bu taraftan yana? Demek ki sessiz de kalmak pek mümkün değil, bir şekilde konuşmak lazım. Bu durumda konuşmak gerekiyor, ama toplumu bölen, “biz” ve “onlar” haline dönüştüren konularda değil, hepimizin ortak meselelerinde konuşmak, bu meselelerde taraf olmak gerekiyor. Hayali ya da gerçek bir düşmana karşı değil, ortak hayalimizi gerçekleştirmemizin önündeki engellere karşı. O zaman konuşmadan önce ortak meselemizi/hayalimizi keşfetmemiz lazım. Sıradan anketlerin, pazarlama araştırmacılarının elindeki büyülü araçların yapabileceği bir iş değil o. Henüz pişmemiş, akademik eleştirinin filtresinden geçmemiş nörobilim gibi Yeni Çağ araçlarını da bir kenara bırakalım, yanlış sonuçlar çıkarmaya çok müsait o araçlar. Nasıl çok araçlı iletişimden bahsediyorsak, çok araçlı araştırmayla ancak alabiliriz doğru yanıtı. Dinlemekle başlamak lazım; herkesi ama herkesi hem teker teker, derinlemesine dinlemek; hem de bir araya getirerek, birbirleriyle tartıştırarak dinlemek lazım. Hem “ötekileriyle” hem de kendinden gördükleriyle bir araya geldiklerinde ne söylediklerini öğrenmek gerek. Evlerine, kahvelerine, kafelerine, Facebook sayfalarına girip gözlemler yapmak da işin bir parçası. Bakalım konuştuklarıyla, yaptıkları ne kadar örtüşüyor, onu da öğrenmek lazım. Yeni fikirleri duyduklarında ne yapıyorlar, o da önemli: Kimden geldiğinde dinliyor, kimden geldiğinde reddediyorlar külliyen? Nasıl ikna oluyor, nasıl ikna ediyorlar diğerlerini? Düşüncelerini hangi değerlerle örtüştürüyor, hangi ulvi desteklerle savunuyorlar, ona da bakmalı. Bütün bu çaba sırasında sürekli öğrenmeli, bildiklerimizi yanlışlamalı; öğrenirken de başka bir insana dönüşmeliyiz; çünkü hepimiz bazı yüklerle yaşıyoruz, o yükleri bir kenara bırakarak anlamalıyız. En önemlisi bu kadar zahmetli, uzun ve sonucunda neyin çıkacağını bilmeyeceğimiz bir öğrenme işine girecek kadar sebatkâr olmalıyız. Sinbad misali bu yolculuğa çıkacak kadar cesur, öğrendiklerimiz karşısında yılmayacak kadar da yiğit olmalıyız. Bu çabayı harcayabilirsek, bu kadar bölünmüş bir toplumda herkesle konuşabilmeyi başarabilir; tarihin çarkları arasında ezilmekten kurtulabiliriz.  
 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER