Donald Trump’ı Sevmek Mümkün mü? Ya Trump’ı Sevenleri?

Doç. Dr. Emre Erdoğan
Doç. Dr. Emre Erdoğan
  Haz.29, 2016, 21:53

Doç. Dr. Emre Erdoğan

Hayalimizdeki siyaset dünyasında tabii ki düşmanlar yok, rakipler var, amacımız da onları yok etmek değil, seçim sandığında daha fazla seçmenin teveccühünü kazanarak yenmek. Tıpkı diğer markaları düşman olarak görmediğimiz ve onları imha etmekten çok müşterilerini kazanmaya çalıştığımız gibi.

Aslında büyükler için yazılmış ama sadece çocukların okuduğu kitaplardan biri de Ender’s Game. Orson Scott Card’ın 1985’te yazdığı, bilim kurgu dalında almadığı ödül kalmayan kitap, 2013’te filminin çekilmesiyle ününe ün kattı. Meraklısı için sayısız aforizma da sunan kitabın, bence en manalı repliklerinden biri, düşmanlarımıza nasıl davranmamız gerektiğiyle ilgili:

“Düşmanımı gerçekten anladığım o an, onu yenmeye yetecek kadar anladığım o an; onu sevmeye başladığım an da olacaktır. Birilerini, ne istediklerini, neye inandıklarını anlamadan ve onların kendilerini sevdikleri kadar sevmeden anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. İşte onları sevdiğim o anda… Onları yok ederim”.

Hayalimizdeki siyaset dünyasında tabii ki düşmanlar yok, rakipler var, amacımız da onları yok etmek değil, seçim sandığında daha fazla seçmenin teveccühünü kazanarak yenmek. Tıpkı diğer markaları düşman olarak görmediğimiz ve onları imha etmekten çok müşterilerini kazanmaya çalıştığımız gibi. Bununla beraber O.S. Card’ın cümlelerinin seçmene ya da müşteriye derdini anlatmaya çalışan bizler için çok anlamlı olduğu açık. Sevmeden kazanmak mümkün değil, tabii kazanmaktan ne anladığımızı da tartışmak gerek.

Markalar dünyasında çok sık rastlamıyoruz, ama siyaseti onarılmaz düşmanlıklar ve kutuplaşmalar üzerinden yapanların sayısı çok. Gerek siyasi liderler, gerek siyasi partiler, gerekse de siyasi parti tabanları arasındaki rekabet, kolaylıkla bir ölüm-kalım savaşına dönüşebiliyor, ya da o şekilde sunuluyor biz sıradan insanlara… Böyle bir süreçte de rakibimizi bırakın sevmeyi, anlamaktan bile kolaylıkla vazgeçiyoruz; karşılıklı ithamlara ve küçümsemeye dayalı söylemler, iletişim alanını işgal ediyorlar. Tabii ki kötü söz, iyi sözü kovuyor ve siyaset karşılıklı küfürleşme/hakaret seviyesine düşüyor. Bu açıdan markalar arası rekabetin, büyük ölçüde de düzenlemeler sayesinde daha erdemli olduğunu söyleyebiliriz.

Oysa, O.S. Card’ın da söylediği üzere; sevmeden, anlamak; anlamadan yenmek mümkün değil. Özellikle de, O’nu, kendisini sevdiği kadar sevmemiz, ne istediğini ve ne inandığını anlamamız kazanmanın birinci şartı. Buna biz de rakibimize hak vermeyi de ekleyelim, onunla empati kurmak bile diyebiliriz.

_1372190648

Bugünlerde, hem dünyada, hem ülkemizde; seçmenin kayda değer bir kısmının taparcasına sevdiği; diğer yarısının da nefret ettiği siyasi liderlere çok sık rastlıyoruz. Her seçmen kendi liderinin sonuna kadar doğru, öteki liderinse sonuna kadar yanlış olduğuna inanıyor. Bizimle aynı fikirde olmayanlarıysa kolaylıkla yaftalıyoruz: Satılmış, hain, kötü niyetli, idraksiz, cahil… Bütün bu yaftaları yapıştırdığımız insanları sevdiğimiz söylenemez; tabii anladığımız da…

Taraftarları için bir idol, diğerleri içinse nefret nesnesi olan siyasi liderlerden biri de, ABD Başkanlık Seçimlerinin sürpriz oyuncusu Donald Trump. İlk aday olduğunda ciddiye bile alınmayan Trump, Cumhuriyetçi Parti’deki rakiplerini teker teker sürklase ederek partinin adayı olmasına yetecek desteğe ulaştı. Şimdiden söylemek de yarar var, her ne kadar Trump’ın genel seçmen arasında cazibesi düşük olsa da, Amerikan Başkanlık seçimlerinin genelde başa baş başladığını göz önünde tutmakta yarar var, gönüller bir Bayan Clinton başkanlığını arzu etse de; olasılıkların yarı yarıya olduğunu söyleyelim. Prestijli Real Clear Politics (http://www.realclearpolitics.com/) web sitesine göre olası bir seçimde oranlar %46 Clinton, %43 Trump olacak. Daha iyimser ve daha kötümser beklentiler de mevcut.

Peki ne oldu da “ırkçı”, “şovenist”, “maço” bir demagog bu kadar “akıllı” adayı geçiverdi ve ABD Başkanlığı gibi “yüce”  bir makama layık görüldü? Trump’ı sevmeyenlere sorsanız, Trump’a oy vereceğini düşünenler “aptal”, “salak”, “cahil”, “eğitimsiz”, “şişman”  ve “alkolik”. Dolayısıyla da oy Trump’a oy vermeleri şaşırtıcı değil. Bu sıfatları kullananların “öteki” taraftakileri sevmekten hayli uzak olduğunu söyleyebiliriz; tabii anlamaktan da… Mantık gereği, bu yaklaşımla kazanmaları da pek mümkün gözükmüyor…

Üstümüze düşmez ama Trump seçmenlerini sevecek kadar anlamaya, ne istediklerini, neye inandıklarını öğrenmeye çalışsaydık; ne öğrenirdik acaba? Demografik verilere baktığımıza Trump’ın sadık destekçilerinin çoğunlukla beyaz, erkek, sadece lise mezunu, görece yoksul, “Eski Ekonomi” adı verilen işlerde çalışan, Protestan seçmenler olduğunu görüyoruz. Bu arada bu seçmenler, geleneksel Cumhuriyetçi Parti seçmenine göre daha az muhafazakâr, daha az dindar ve “Amerikan Rüyası”na daha fazla inanıyorlar. Kişilik özelliklerine bakarsak, Trumpseverler diğer Cumhuriyetçi seçmenlerden daha fazla otoriter değiller; ancak diğerleriyle karşılaştırılmayacak kadar elit karşıtı görüşlere sahipler, uzmanlara karşı şüpheciler ve Amerikalı kimliğiyle gurur duyuyorlar. Tabii ki göçmenlere karşı alerjileri var, yasadışı göçmenleri sınır dışı etmeye hevesliler, serbest ticaret anlaşmalarının ülkeye zararı dokunduğunu düşünüyorlar. IŞİD’e karşı askeri müdahaleyi savunurken, İsrail’e karşı da sempatileri var.

Bütün bu ipuçlarını bir araya getirdiğimizde, tipik bir Trumpsever’in dünyaya karşı kaygılı bir insan olduğunu söyleyebiliriz. Hem 2008 Finansal Krizi sonucunda, hem de genel olarak ekonomideki değişimden zararlı çıkmışlar, kendilerini belirsizliğin arttığı bir dünyada bulmuşlar. Bu arzu edilmeyen durumun sorumlusunu aradıklarında da ilk akıllarına gelenler “sadece kendi çıkarını düşünen Amerikan elitleri”, “büyük şirketler”, “finans sektörü” gibi “kurulu düzen” olduğu kadar, işlerini ellerinden alan göçmenler ve dünya düzenini bozan Müslümanlar. Belki herhangi birimizden biraz daha fazla kaygılılar, ya da kaygılarının nedenlerini çok karmaşık faktörler yerine basit olgular da aramaya çalışıyorlar. Ama eninde sonunda kendileri ve çocukları için iyi bir hayat arzulayan insanlar…

Böyle bir seçmen profiline Trump ne vaad ediyor? Öncelikle herkesin eylemlerinin ve sonuçlarının çok belirli olduğu basit bir dünya resmi çiziyor. Böyle bir dünyada da çözümler çok kolay, “Meksikalılar girmesin”, “Müslümanları kovalım” vesaire… Ama başka şeyler de söylüyor. İlaç şirketlerini, finans kurumlarını ve hatta şeker tekellerini suçluyor. Herkesin sağlık hizmetine ulaşabilmesi gerektiğini söylüyor. Vergileri düşürmekten, küçük esnafın önünü açmaktan bahsediyor. Ve ilginçtir ki, konuşmalarının büyük kısmını bu tür düşünceler süslüyor.

Şimdi, varsayalım ki; bir Trumpsever’i anladık ve onu kendisinin sevdiği kadar sevdik… Böyle bir dünyada; onları kazanmak için neler söylerdik? Şimdi söylediklerimizi yoksa başka sözcükleri mi seçerdik?

Ya ülkemizde; bizimle aynı görüşte olmayanları anlasak, onları sevecek kadar anlasak; kazanmamız çok daha kolay olmaz mıydı?

 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER