Türkiye’nin dostu yok, düşmanı….

Doç. Dr. Emre Erdoğan
Doç. Dr. Emre Erdoğan
  Ara.01, 2017, 00:00

 Karşılıklı çıkarlar olur” yanıtını verecektir. Uluslararası ilişkiler uzmanlarının ya da siyasal tarih ile uğraşanların tozlu kütüphanelerinde vücut bulan başka hangi söz bu kadar yaygınlık kazanmıştır, bilmiyorum. İngiliz başbakanı Lord Palmerston’un İngiltere özelinde sarf ettiği bu söz –“İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları dostları yoktur, ebedi çıkarları vardır” demiş- ufak bir değişiklikle uluslararası ilişkiler çalışmalarında realist, neorealist, post-realist gibi tarif edilen bir düşünce çetesinin değişmez mottosu olarak bilinir. Dünyayı birbirleriyle sürekli itiş kakış halindeki son derece akılcı, çıkarlarının bilincinde ve türdeş birimlerden, yani ülkelerden ibaret gören bu yaklaşımın mensuplarından her tartışma programında birkaç tane görebilirsiniz, kendilerine has vücut dilleri ve dünyayı çoktan çözmüş halleriyle kolaylıkla uzaktan tanırsınız.

Aslında bu görüşün külliyen yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Bu dünyada “akılcı” sıfatını hak etmeye bir santim yaklaşmış olan bir kurum varsa, o da iyi kötü ulus-devlet olsa gerek. Tamamen akılcı, her türlü hesabın altından kolaylıkla kalkacak bir bilgisayar olmasa da, aldığı kararları “akılcı” nedenlerle meşrulaştırabildiği kesin. Çoğumuzun iş yaşamında karşı karşıya kaldığı kararlar ise sanki bir rulet masasında alınmış gibiyken, devleti takdir etmek gerek. Zaten bu yaklaşımın sorunlu tarafı akılcılık varsayımından çok, bütün bir ulusu tek bir çıkar etrafında bütünleşmiş bir birim olarak sunması ve dahi çıkarların olduğu yerde duyguların/tutkuların olmayacağını düşünmesi. Lord Palmerston’ın cümlesi de bu yaklaşımı açıkça özetliyor zaten.

Oysa bu noktada bayağı yanılıyorlar. Öncelikle ulusların ya da ulus-devletlerin üzerinde uzlaşılmış, “gerçek” bir çıkarı olmuyor. Olsa olsa, farklı çıkar gruplarının -siz sınıf diye de okuyabilirsiniz- çatışmalarından süzülen geçici bir denge noktası oluyor, buna da dış politika diyoruz, büyük ölçüde ülkeyi yönetenlerin, biraz da bürokrasinin tercihleri ülkenin çıkarı olarak paketleniyor. Bu çıkarların son derece objektif hesaplamaların bir çıktısı olduğunu söyleyemeyiz, bireysel ve sınıfsal çıkarlardan, kişisel tarihçelerden ve ideolojik çıpalardan etkilenen; gerçeğin bulanık ve hayli çarpık bir yansımasında kök bulan bir akıl yürütmenin sonucu. İşte bu aşamada da, Lord Palmerston’ın ve çoğumuzun inkar ettiği bir mesele devreye giriyor: Diğer uluslara yaklaşırken öyle sadece çıkarlarımızın yön vermesiyle değil, duygularımızın güdülemesiyle düşünüyoruz. Özetle, uluslararası meseleler ülkenin ruh haletiyle doğrudan ilişkili işler.

Realistlerin yanıldığını kabul ederek, elimizdeki sıcak meseleye, Türkiye ile ABD arasındaki “Vize Krizine” bakalım mı? Krizin arkasındaki “âli” ve “gizli” nedenleri hepimiz son bir iki haftada öğrendik, görünenin göründüğü gibi olmadığı hakkında fikrimiz oldu -her ne kadar görünmeyenin ne olduğu konusunda uzmanlar arası bir uzlaşma olmasa da-. Bir de çıkarların olmadığı bir dünya hayal edelim, her şey duygular, dostluk ve düşmanlık üzerinden kurgulansın.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitimini, Birleşmiş Milletler’in kuruluşunu ya da NATO’ya üye olmamızı başlangıç noktası aldığımızda yaklaşık 70-80 yıllık bir ortaklık Türkiye-ABD ilişkileri. Çok travmatik anlar yaşansa da –“Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de o dünyada yerini alır”- genelde iki ülke temel konularda, örneğin komünist olmamak gibi, gayet uyumlu hareket edebilmiş. Zaman zaman soğusa da Bill Clinton ya da Barack Obama gibi ABD başkanları Türk halkının nezdinde kendi öz siyasetçilerimizden daha popüler olmuş. ABD’yle ilişkilerin en gerilimli olduğu dönemlerde insanlar çocuklarının ABD’de okumalarını istemiş, Amerikan dizileri çok sevilmiş. Bu açıdan Türk halkının ABD’ye ya da Amerikalılara karşı “boş” olmadıklarını söyleyebiliriz.

Amerikalıların Türkiye hakkında ne düşündüğünü çok bilmiyoruz. En son 2014 Chicago Council for Global Affairs bir araştırmasında Amerikalılara Türkiye’ye karşı hissettikleri duyguları sormuş, 100 üzerinden 50 almışız. Kanada’nın notu 79, Kuzey Kore’nin 23, bu çalışmanın haricinde bir kamuoyu araştırmasına erişemiyoruz. Eldeki istatistiklere göre Türkiye’ye gelen ABD vatandaşı sayısı 450 bin ile 750 bin arasında değişiyor, bunların ne kadarı turist bilemiyoruz. Yine de Türkiye ABD vatandaşlarının turistik gezi yaptıkları ilk 40 ülke arasında yer almıyor, bunu biliyoruz. Sınırlı bir medya taraması bile Amerikan medyasının Türkiye hakkında daha çok olumsuz haberleri ön plana çıkardığını gösteriyor, tek bir gazeteye bile odaklandığınızda 2014’ten itibaren başyazılarda Türkiye’nin fazlaca eleştirildiğini görüyoruz, bu eleştirilerin dozunun arttığını söylemek yanlış olmaz. Küresel istatistiklere baktığımızda Türkiye’nin marka itibarının araştırılan 49 ülke arasında 22. sırada olduğunu, “Yumuşak Güç” endeksinde 30. sırada yer aldığını biliyoruz. ABD’de marka itibarımızın ya da “Yumuşak Güç” algımızın daha yüksek olması için bir neden yok. Dolayısıyla, Amerikalıların Türkiye’ye karşı algılarını en iyi olasılıkla “şekerrenk” ya da “fikrim yok” olarak nitelendirebiliriz. Bu açıdan iki ülke kamuoyları arasında “duygusal” bir asimetri olduğu da aşikar, zaten “büyük” güçlerle ilişkiler de bu tür bir asimetri yadırganmamalı, sonuçta fille alışverişe giden…

Peki, eğer Amerikan kamuoyu Türkiye hakkında “sevecen” duygulara sahip olsaydı, İngiltere’yi sevdikleri kadar sevseler, Meksika’ya gittikleri kadar gitseler ya da Kanada’ya özendikleri kadar özenselerdi; acaba bir “Vize Krizi” yaşanır mıydı, karar vericiler bu kadar kolay ilişkileri bozabilirler miydi? Tabii ki hayır… Eğer vatandaşlar bir ülkeyi yok sayıyorlarsa, iş siyasi aktörlerin tercihlerine daha fazla kalıyor; ama o tercihler de iç siyasi hesaplardan, kişisel düşmanlıklara ya da ideolojik saplantılara kadar uzanan “duygusal” faktörlerin bir sonucu.

Ünlü sosyolog Paul Lazarsfeld, “Kamuoyu” adlı kitabında dış politikanın halka bırakılmayacak kadar ciddi bir iş olduğunu, günlük yaşamının kavgasını vermekle meşgul sıradan insanların uluslararası ilişkiler konusundaki kanaatlerinin yok sayılması gerektiğini söyler. Kendince sıradan insanların “duygularının” yok sayılmasının aklın egemenliğine yol açacağını düşünmektedir. Oysa bazı durumlarda kendi de duygusal siyasal aktörlerin saplantılarını akılcılıkla kamufle edebileceklerini göz ardı eder. Böyle durumda, tek kişinin mi duyguları, yoksa çoğunluğun mu derseniz; ben çoğunluğun duygularını yeğlerim.

 

 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER