Yaratıcıların Yapay Zekâdan Korkmasına Gerek Yok

Harun Tekdal, daha 5-6 yaşlarında bir çocukken dayılarının elinde gördüğü mizah dergilerinin karikatürlerine öykünerek başlayan sanat yolculuğunu, bugün birbirinden farklı sektördeki markalara çeşitli disiplinlerde işler üreterek sürdürüyor.

Harun Tekdal, daha 5-6 yaşlarında bir çocukken dayılarının elinde gördüğü mizah dergilerinin karikatürlerine öykünerek başlayan sanat yolculuğunu, bugün birbirinden farklı sektördeki markalara çeşitli disiplinlerde işler üreterek sürdürüyor.

Elif Tütüncü

Özellikle spor camiasının ismine ve çizgilerine aşina olduğu sanatçı ile kendisini bugüne taşıyan öyküsünü ve sanat gündemindeki tartışmaları konuştuk.

Çizime ve sanata olan tutkunuz nasıl başladı? İlk eseriniz hangisiydi?

Çizime olan ilgim 5-6 yaşındayken dayılarımın ellerinde gördüğüm mizah dergileriyle başladı ve ilerleyen yıllarda bir tutkuya dönüştü. Okuma yazma bilmediğim hâlde o dergileri elime alıp dayılarımı taklit ederek sanki anlıyormuş gibi kahkaha atıyordum. Bir süre sonra anlamaya ve gerçekten çok gülmeye başladım. O dergileri okumak bir sığınak gibiydi, sadece okurken bu kadar keyifliyken üretmesi nasıldır acaba düşüncesi hep vardı. İlk çizimlerimi de bu dergilerden öykünerek yaptığımı hatırlıyorum. İlk çalışmamı hatırlamıyorum ama Penguen dergisinde yayınlanan ilk karikatürüm hâlâ duruyor. Yıl 2008-2009 olmalı. 


Herkesin hayatında veya kariyerinde kırılma noktaları vardır. Sizi bugüne taşıyan kırılma noktanız ne oldu?

Bu soruya birden fazla cevap verebilirim ama sanırım en önemlisi dijital sanat ile tanışmam oldu. Çok önyargılı olduğum bu alana Begonia Hanım ile tanışmasaydım adım atamazdım sanırım. 2012 yılında yağlı boyasız kıyafeti olmayan bir resim öğrencisiydim ve zorunlu bir illüstrasyon dersi alıyordum. Dersi veren hanımefendi İspanyalıydı ve dersler dijital tasarım sınıfında bilgisayarların, tabletlerin arasında işleniyordu. Bir bilgisayar cahili olarak çizimlerimi renklendirmek adına sorduğum birkaç soru güzel bir yol açtı. O bana dijital sanatın nasıl yapılacağını öğretti ben de sınıfta yabancı dil sorunu yaşayan öğrencilerle ilişki kurmasına yardımcı olmaya çalıştım. Bir süre sonra grafik bölümü öğrencilerinden daha fazla o binada bulunur olmuştum.

Geri dönüp baktığınızda, yaptığınız veya yapmadığınız bir şeyler için pişmanlık yaşadınız mı?

Bu bir paradoks aslında, Emrah Serbes’in sevdiğim bir cümlesi var: “Bugünkü aklım olsaydı o hataları yapmazdım, o hataları yapmasaydım bugünkü aklım olmazdı.” Elbette şu an farklı davranacağım birçok şey yapmışımdır ama büyük bir pişmanlığım yok. 

Çizimlerinizde kendinize has bir üslubunuz olduğunu görüyoruz. Siz tarzınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Daha açık bir ifadeyle Harun Tekdal nasıl bir tasarım anlayışına sahip?

Ada Sanat’taki desen hocalarım Memet ve Buket Güreli bu konuya çok sık değinirlerdi. Bir ekolden gelip onu düzenli şekilde taklit etmek yerine ekolün birikimlerini de taşıyan kendi kimliği olan bir tarz yaratmanın önemi temel konularımızdandı. Sanırım yapmaya çalıştığım şey pek farkında olmasam da buydu; etkilendiğim Barok ya da Romantik Dönem sanatçılarının tarzlarından esintileri, eğitimini aldığım desen tarzı ile birleştirip içinde derinlik de barındıran işler yapmaya çalışıyorum. Bahsettiğiniz kendine has üslup da bu şekilde ortaya çıktı.

Tek boyutlu işler üretirken pandemiyle birlikte 2D işler de üretmeye başladınız. Bu süreç nasıl gelişti? Animasyona yoğunlaşma sürecinizi ve hem bu süreçte yaşadığınız zorlukları hem de animasyonun size kazandırdığı avantajları anlatabilir misiniz?

Uzun süre kişisel sergimi açmak için beklemiştim, soranlara “Doğru zamanı bekliyorum” diyordum. Sergim açıldıktan 3 gün sonra pandemi başladı, mekânlar kapandı, yasaklar geldi ve biz de evlere döndük. Pandemi, sergi konusunda darbe vursa da evlere kapanıp çalışma kısmı keyifliydi benim açımdan. Pandemide evlere kapanmak bir zorunluluğa dönüşünce eğlenceli hâle getirmek adına daha önce denediğim ancak pek de vakit ayıramadığım 2 boyutlu animasyon konusuna yoğunlaştım. O akıcı görüntü, içinde birçok yaratıcı alan bırakıyor, bu alanları doldurma kısmı çok eğlenceli geldi. İllüstrasyonlardaki tekdüzelik ya da insanları şaşırtmak için bulduğum sınırlı çerçevenin dışında çıkıp 5-10 saniyede bir döngüyü değiştirebileceğim bir alan ile karşılaştım. Başladığımda 1940’larda bir çizgi film nasıl yapılıyorsa aynı mantık ile kareleri tek tek çizmeye başladım, nasıl olsa bunun bir pratik yolu vardır zamanla öğrenirim diyordum. 3 yılı geçti, hâlâ aynı yöntem ile devam ediyorum, belki pratik bir yolu vardır…

Avantajlarına gelecek olursak özellikle dijital medya ve video ilişkisi çok enteresan bir noktaya geldi. Durağan görüntünün yarattığı etki ile izlediğimiz 15 saniyelik reels’ların etkisi çok farklı boyutlarda. Bu animasyonlar işlerimin çok daha fazla insan tarafından görülmesini sağladı.

Gelmiş geçmiş tüm sanat eserlerini göz önünde bulunduracak olursanız, “keşke ben yapsaydım” dediğiniz bir eser var mı?

Çok var ama Carpar David Friedrich’in Monastery burial-ground Under Snow” resmini dövmesini yaptıracak kadar çok seviyorum, çizmeyi çok isterdim. Klasik eserler ile spor işlerini birleştirmeyi bu yüzden istedim sanırım. O ustanın eserini taklit ederken bir yerinden parçası oluyorsun; onun kalemini tuttuğu açıda tutup fırçasını benzer şiddetle indirmek, aynı yolda yürüyüp onunla aynı taşa takılmak ya da aynı barda yüz sene sonra bir kadeh kaldırmak gibi bir his.


Kendi eserlerinizi göz önünde bulunduracak olursanız, elbette hepsi birbirinden değerlidir fakat sizde apayrı bir yeri ve anlamı olan işiniz hangisi?

Bu tip konularda objektif ve rasyonel bakabiliyorum, yağlı boya Maradona resmim ve Gericault’nun kayığındaki Zidane resimleri beni her zaman mutlu eder. Baudelarie, Delacroix’yı tanımlarken “Tutkuya tutkuyla bağlı ve onu en saf biçimde resmeden insan” der. Tutku kavramı beni çok etkiliyor ve bunun sahadaki yansımalarından birisi olan Zidane - Materazzi olayı ile Delacroix’nın bir resminin birleştiği kompozisyonumu seviyorum.

 


Şu an hayatta olan veya olmayan bir sanatçı ile iletişim kurabilme imkânınız olsaydı bu kişi kim olurdu ve onunla ne konuşmak isterdiniz?

Maradona ile konuşmak isterdim; saf yetenek, yaşlılık ve ölüm üzerine ama en çok da tutku üzerine konuşmak isterdim onunla. 55 yaşına yeni girdiği günlerde bir yardım maçına çıkmıştı, sahada futbolu yeni bırakmış fit oyuncuların yanında kısa boyu ve kilosuyla gülünç dursa da vücudunun sınırlarını zorlayarak çırpınmıştı sahada. Ertesi gün basın sorumlusu açıklama yapıp Maradona’nın dizini çok zorladığı için bir hafta hiç yürüyemeyeceğini ama bunu bilerek oynadığını söylemişti. Bu inanılmaz tutkusu ile ilgili konuşmayı çok isterdim.

Bu ara sık okuduğum Aziz Nesin ile konuşmayı da isterdim; aydınlar, aydın geçinenler ve aydın insanın sorumlulukları üzerine. Korkuyu meşrulaştıranlar ve korkudan başka yolu olmadığını düşünenler üzerine. Eminim gerçek bir aydın olan Aziz Nesin bugünden bakınca da bir çıkış yolu bulurdu.

Mesleğiniz ile ilgili insanların sahip olduğu bir algıyı/önyargıyı değiştirebilecek olsaydınız bu ne olurdu?

Home office ya da freelancer çalışınca insanlar sınırsız vaktiniz olduğuna inanıyorlar. Dijital çalışmaların bilgisayardaki sihirli bir tuşa basınca hızlıca ortaya çıktığını düşünen insanlar da var tabii, bu ikisini değiştirebilmeyi isterdim. 

Bugüne kadar çok sayıda markayla ve kurumla çalıştınız. Bizim aracılığımızla onların sahip olduğu bir algıyı değiştirmek isteseniz neler söylerdiniz?

Sanırım temel sorun güvensizlik, gelen senaryoda ya da briefte bir değişikliğe gidilmesi gerektiğini söylediğimde bunun benimle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorlar. Oysa ben o değişikliği basite kaçmak için ya da keyfi şekilde yapmıyorum. Çalıştığım markalara gerçekten iyi işler vermek istiyorum ve hem bir sanatçı hem de alıcı gözüyle estetik kaygılarımı öne sürerek o değişikliği teklif ediyorum. Bazı markalar bu gerçekle yüzleşmek yerine fikirlerine olan aşklarını sürdürüp kendi isteklerinde diretiyorlar, bazıları ise önerimi değerlendiriyorlar. Genellikle önerilerimi değerlendiren markalar iş sonunda haklı olduğumu kabul ediyorlar. 

Elbette işiniz ve benimsediğiniz yaşam tarzınız dışarıdan göründüğü kadar toz pembe değildir. İşinizin sizi en çok zorlayan yanları ne?

Sosyal bir insan değilim. Sınırlı bir grup insanla görüşüp olabildiğince az giriyorum kalabalık alanlara; hatta insanlarla daha az karşılaşmamak için sabah 6-7 karanlığında yürüyüşe çıkıyorum. Sosyal hayatta bile insanlarla ilişkim bu kadar sınırlıyken tanımadığım insanlarla iş konuşmak en zor kısım benim için. Hayatım boyunca bir şey alırken hiç pazarlık etmemişken, tüm işi pazarlık etmek olan bir insanla para konuşmak ya da markanın isteğini kutsal bir mesaj gibi savunan kreatif direktörlere dert anlatmak zor oluyor. Genel onay gelip çizim masasına oturduktan sonra ise hiçbir sorun yok. Kendimi en mutlu ve rahat hissettiğim an başlamış oluyor.


Her ne kadar şu sıralar gündemdeki domine edici etkisini yitirmiş olsa da NFT’ler sanat camiasının hâlâ trend konularından biri. NFT’lerle ilgili sanatçıların sadece ticari motivasyonla eser üretmesi ve sanatın özünü yitirmesine yönelik eleştiriler de mevcut. Siz bir sanatçı olarak bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

NFT ve benzeri konularda pek bilgim yok, boomer gibi davranıp o da neymiş öyle demek istemiyorum. Sorunuzun ticari motivasyonuna gelecek olursak bu konuda hiçbir beis görmüyorum. Sanat elbette ticari bir motivasyonla yapılabilir, sanat-para ilişkisi Lidyalıların parayı bulduğu günden beri vardır çünkü ilk paranın üstüne de resim çizilmiştir. Bugün yüksek sanat olarak adlandırdığımız dönemin ressamlarından Botticelli bile mesenlerin himayesinde yaşayıp, çizdiği resme kaç adet portakal ekleyeceğine Medici ailesinin direktifleri doğrultusunda karar vermişti. Sanatçıların da yaşamlarını idame ettirmeleri gerektiğini unutmadan eleştirmek daha doğru olacaktır.

Diğer yandan bildiğiniz üzere Dall-E ve Midjourney gibi yapay zekâ temelli uygulamalar üzerinden yapılan AI tasarımlar da şu sıralar gündemde. Sizin bir tasarımcı olarak bu konuya bakışınız nedir? Yapay zekâ aracılığıyla hazırlanan bu neredeyse profesyonel görünüme sahip işler, tasarımcılar ve yaratıcı sektörlerde yer alan çalışanları korkutmalı mı? Mesleki tecrübenize dayanarak tasarımcılar ve illüstratörlere neler önerirsiniz?

Teknoloji ve sanat her zaman bir yarış içerisinde gösterilse de ben teknolojinin sanatı destekleyen bir araç olmaktan öteye gitmeyeceğine inanıyorum. Bir program ona verilen direktifler doğrultusunda belli çerçevede eser üretebiliyor. Sanat eseri iyi bir fikir ile yeteneğin birleştiği noktada ortaya çıkıyorsa, yetenek eksikliği bahsettiğiniz programlar ile kapatılabilir.

Fotoğraf makinesi ilk çıktığında birçok insan bunu resim sanatının sonu olarak görmüştü, bir süre sonra ise ressamlar fotoğraflardan faydalanmaya başladılar. Ölü bir insan görüntüsünü gece gizlice çalıp atölyeye getirmek yönteminden daha kolay elbette bir fotoğrafa bakarak çizmek. O zaman da fotoğrafa bakarak resim yapmanın doğru olmadığını savunanlar vardı ama günümüze o iyi resimler ve ressamlar kaldı.

İyi bir tasarım zihni olduğunu düşünen kimsenin bu araçlardan korkmasına gerek yok; fakat tek vasfı “kopyalamak” olan insanlar için durum öyle değil. 

Son olarak, geldiğiniz noktada istediğiniz pek çok şeyi başarmışsınızdır elbet ama hâlâ gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mı?

Daha yolun çok başında olduğumu düşünüyorum; uzun bir animasyon film yapabilmek, pandemiye kurban giden sergimi yeni resimlerle tekrar hayata geçirmek ve ülke dışında da gündeme gelebilecek işler yapmak yakın dönem için hayal ve hedeflerim diyebilirim.

 Anasayfa'ya Dön

YORUM YAZIN

Max. 255 karakter girebilirsiniz

Yorumunuz Alınıyor

Boş Yorum Gönderemezsiniz

YORUMLAR

Hiç Yorum Yok

BENZER HABERLER