Ölmeden önce okunması gereken 20 iletişim kuramcısı - 4: Umberto Eco
Doç. Dr. Nebahat Akgün Çomak
Issız bir adaya düşseniz yanınıza ne alırdınız sorusuna Umberto Eco, “Telefon rehberimi alırdım çünkü rehberdeki isimlerle sayısız romanlar yazabilirim" der.Kurmaca, gerçeklikten daha rahat göründüğü için gerçekliği sanki kurmaca bir anlatıymış gibi yorumlamaya çalışıyoruz. Eğer anlatı dünyaları böylesine rahatsa neden dünyanın kendisini bir romanmış gibi okumayı denemeyelim.”
Umberto Eco 5 Ocak 1932 yılında İtalya’da dünyaya gelmiştir ve 19 Şubat 2016’da seksen dört yaşında İtalya’da vefat etmiştir. Umberto Eco, İtalya’nın Milano şehrinde gömülmüştür ve kendisine devlet töreni düzenlenmiştir. Cenaze töreni 15.yy’da yapılan Sforza Kalesi’nde, güller özellikle beyaz güller, karanfiller, gelincikler, papatyalar ve daha bir sürü kır çiçekleri arasında yapılmıştır. Umberto Eco yüzyılımızın en önemli entellektüelleri arasında gösterilmektedir ve edebiyatçılığının yanı sıra tarihçi, yapısalcı, düşünür, gazeteci, dilbilimci, göstergebilimci, eleştirmen ve akademisyendir.
Umberto Eco, Ortaçağ estetiği üzerinde de çalışmıştır ve özellikle 1960’lardan sonra avantgarde yapıtlara yönelerek çalışmalarını farklılaştırmıştır. Dolayısıyla da, kitle kültürüne de önem vermiştir ve güncel olayları ele alışı ve eleştirileri, denemeleri ile önemli bir aydındır. Umberto Eco, dünyanın sayılı ve en eski üniversitelerinden biri olan, Bologna Üniversitesi’nin akademisyenlerindendir. Umberto Eco, sadece kendi üniversitesinde değil, dünyaca ünlü Harvard, Oxford ve Cambridge Üniversitelerinde de dersler vermiştir.
Bologna Üniversitesi’ne 14 Eylül 2007 yılında “Magna Charta Observatory University Management of Integrity, Annual Conference” etkinliğine katılmıştım, konferanstan ayrılıp, ünlü yazarın odasına ulaşmak için üniversitenin loş koridorlarında, simgeleri, simyayı, gizemciliği, gizli sırları, kutsal kitapları, yorumlanmamış bilgileri takip ederek, dar merdivenlerden inip çıkarak, Roma’lı şair ve filozof, Lukretius’un dediği gibi “zeka bocalar, dil sürçer, zihin tökezler” ve artık söz bitmiştir, aslında insan söz aracılığıyla düşünür, yorumlar bir başka söyleyişle yaratıcılığa ve bilgiye de söz aracılığıyla ulaşır. Söz, insanın kendisini ve çevresini bulduğu yerdir. Kutsal Kitap Kur’an-ı Kerim’e göre, Tanrı “Kün” (ol) demiş ve evren yaratılmıştır. Kutsal Kitap İncil “başlangıçta söz vardı” yargısıyla başlamaktadır. Bu bağlamda, söz, kutsal sayılmıştır. Eski Mısır’da Tanrı Ra’nın bütün gücü ve yetisi tılsımlı bir sözden almaktadır. Sonra da her şey yazıya dönüşmüştür. Dolayısıyla da, post-modern çağda anlatılar çökmüştür ve yitirilmiştir. Umberto Eco’nun yapısalcılığı, Ferdinand de Saussure’nin temellerini attığı alana dayanmaktadır ve yapısalcılıktan yola çıkarak göstergebilime kaymıştır. Bu bağlamda da, Roland Barthes göstergebilimsel çözümlemelerin dile kaydığını belirtmektedir ve Eco’nun da görüşleri bu yöndedir.
Umberto Eco, yazınsallıkta dilin şifrelerini çözerken, kültürdeki her şeyin de şifresinin çözülebileceğini göstermiştir. Özellikle “Gülün Adı” ve “Foucault Sarkacı”nda görülmektedir. Bu bağlamda da, artık yazarların yok olduğunu bir başka deyişle yazarların öldüğü düşünülmektedir. Umberto Eco “Açık Yapıt”ında da vurguladığı gibi yazarlar ya da göndericiler, ne niyetle ve ne umarak yazmış olurlarsa olsunlar, artık yüzyılımızda dinamik, sorgulayan, eleştiren okuyucular, tüketiciler önem kazanmaktadır. Dolayısıyla da, metinler artık okuyucunun elindedir, istediği gibi tüketir, sorgular, eleştirir ve yazarın bıraktığı boşlukları ve satır aralarını doldurmaya çalışır. Çünkü her metni tüketici, kendi kültürüne ve art-alan bilgisine göre, anlamlamaya gidecek ve göndericinin gönderdiği şifreleri kıracak ve kendi kültürüne ve birikimine, edimlerine göre metni yeniden üretecek, alt üst edecek ve tüketecektir. Dolayısıyla da, göndericinin söylemediği satır aralarını, kendi birikimleri ve kültürüyle dolduracaktır. Böylece de kendi anlamlarını, yorumlarını, simgelerini yaratacaktır. Ayrıca da, kendi simgelerinin peşinden gideceklerdir. Umberto Eco’nun dediği gibi “birbirimizden milyonlarca kilometre uzaklıkta da olsak, hepimiz aynı simgeleri geliştiririz. Bu simgelerin hepsi de zorunlu olarak birbirine benzer.” (s.348) Okuyucu, yaratma sürecinde artık metin kendi elindedir, yazarın metni değildir, istediği gibi yeniden oluşturur, kurgular, biçimlendirir ve metnin şifrelerini kırar, kendi şifreleriyle yeniden kurğular ve yazmaya yönelir. Yazar ile okuyucu aynı birey ve aynı kültürden, coğrafyadan olamadıklarından metni çözümleme ve metni tüketme, metne bakışları farklı olacaktır. Böylece de okuyucunun metni farklı anlamlara büründürmesi de zor olmaz. Gönderilen metindeki ileti yapısından ayrılıp, bireyin anlığında depolanmaktadır. Artık, aktif, pasif olmayan bir okuyucu ile karşılaşmaktayız. Umberto Eco’nun ve tüm yazarların aslında istediği de budur. Satır aralarını dolduran, metni yeniden biçimlendiren ve yorumlayan, eleştiren bir okuyucu kitlesi istenilmektedir. Dolayısıyla da metinler yalın bir şifrelendirmeye indirgenemeyecek kadar karmaşıktır. Okuyucunun metni anlamlandırması ve boşlukları doldurması da önceden belleğinde var olan ve art-alan bilgisiyle boşlukları doldurmasıdır. Okuyucunun belleğindeki dünya bilgisi ile metindeki boşluklar eşleştirilir ve hangi bilgi gerekli ise onu işleme sokar. Dolayısıyla da, okuyucunun metinde sunulan bilgiyle kendi bilgisinin eşleştirmesi ya da bir diğer söyleyişle metindeki sunulan bilgiyle kendi bilgisini ilişkilendirme becerisini göstermektedir.
Metinleri anlamak için okuyucunun sadece dilsel becerisi yeterli değildir. Aynı zamanda da dünya bilgisi ile ilişkilendirmesi becerisine bağlıdır. Bu bağlamda da, okuyucunun metne sahip çıkıp, kurguladığımız ve algıladığımız dünyayı, yeniden kabullenme, eleştirme ve alımlamaya gitmektir. Unutmamak gerekir ki her metnin bitmemişliği ve devinimi de söz konusudur. Umberto Eco, 31 Ekim 1991 tarihinde, Dublin Üniversitesi’nde bir bildiri sunmuştur. Umberto Eco’nun sunduğu bildiri, kendisi gibi kalem ustası, dil cambazı ünlü İrlandalı yazar James Joyce’un ölüm yıldönümünü kutlamak içindir. Umberto Eco, burada sunduğu bildirisinde, dünyanın bütün dillerinin manipülasyon yoluyla sanatsal bir gerçeğin arayışında olduğunu belirtmektedir. James Joyce’da sanatsal bir dil ile konuşmaktadır. Aslında, Joyce’nin temel takıntısı sanatsal bir dil arayışıdır. Umberto Eco, sanatsal dil bağlamında, James Joyce üzerinden kendi görüşlerini tanımlar ve birincil ya da ilk dil, uslüp, sözdizimi, şiir, hitabet retorik yüksek sınıflarda, her zaman takdir gören ve belirlenen bir yapıdır. Umberto Eco, James Joyce okumalarında, Joyce’un “Sanatçının Delikanlılık Portresi” adlı yapıtındaki kahraman ile kendi görüşlerini özdeşleştirmektedir. Bu bağlamda kurduğu cümle, Joyce’un kahramanın vazgeçmiş Katolik inancına katıldığını belirtmektedir ve Joyce’nin düşünceleriyle, vazgeçmiş halleriyle koşutluk sergilemektedir.
Gülün Adı adlı ünlü romanında, Ortaçağ Hıristiyanlık düşüncesini tartışmakta ve önemli bir sorun olarak ele almaktadır. Gülün Adı romanının anlatıcısı Dom Adso, babası tarafından, Rahip William’ın yanına eğitilmesi için verilmiştir. İtalya’nın kuzeyinde, büyük bir tepenin üzerindeki Manastırda cinayet işlenmiştir. Minyatür ustası Rahip öldürülmüştür ya da intihar etmiştir. Rahip William ve genç Rahip Dom Adso birlikte cinayeti araştırmak için Manastıra gelirler. Rahip William ve Dom Adso’yu Manastırın başrahibi Abonne karşılar ve Minyatür Ustası Rahip Aedificium’un öldürüldüğü, Doğu Kulesi’nin alt katına götürür. Başrahip, William’a Manastırda rahatça araştırma yapabileceğini belirtir ama kütüphanede araştırma yapmasının yasak olduğunu belirtir. Manastırda en iyi korunan mekânı kütüphanedir. Kütüphanenin bölümleri, koridorları labirenti andırmaktadır. Kütüphanede kopyalanan yeni bir kitap vardır. Umberto Eco’nun deyimiyle; o kütüphaneye girebilirsiniz ama dışarı çıkamazsınız.
Gülün Adı adlı film, romanıyla aynı adla, 1986 yılında uyarlanmıştır. Yönetmenliğini Jean-Jacques Amaud yapmıştır. Polisiye-dram türü olan filmin başrollerinde, Sean Connery, Christian Slater’i görmekteyiz. Gülün Adı adlı filmin olay örgüsünde, 13.yüzyılın Avrupası ele alınmaktadır. Klisenin ve özellikle Rahiplerin, halk üzerindeki etkisi ve Papalık makamı ile İmparator arasındaki çekişmeler, güç ve otorite mücadelesi görülmektedir. Romanda da olduğu gibi Hıristiyan tarikatlar arasında yüzyıllardır bitmeyen güç mücadelesi, hırslar, bilgiyi aramalar, gizemin peşinde iz sürmeler ve aynı zamanda da halkın kiliseye ve Rahiplere karşı bakışı da çok dikkat çekicidir. Dolayısıyla da, bu güç ve iktidar mücadelesi esnasında cinayetler, sırlar, arayışlar, gerilimler söz konusudur. İtalya’nın kuzeyinde bir manastırda cinayet işlenir. Rahip William cinayeti araştırmak için buraya görevlendirilir(wikipedia,2016) Rahip William’ın yanında çalışmak ve aynı zamanda da eğitilmek üzere babası tarafından verilen genç Rahip Dom Adso ile birlikte manastıra giderler.
Foucault Sarkacı adlı romanın olay örgüsünde, Casauban, Belbo ve Diotallevi adlı üç arkadaş el yazmalarından kelimeler seçerek, sanal bir komplo teorisi planı hazırlarlar. Sonunda sanal olarak hazırlanan plan gerçek gibi algılanarak, kendi yaptıkları planın peşine düşerler. Belbo, Foucault’un Sarkacı’na asılarak öldürülür. Gülün Adı romanında “gül” simgesi, Foucault’un Sarkacı romanında “sarkaç” “simya” simgesi önemlidir. Simya ilmi, değersiz madenlerden altın yapma sanatına bu ad verilmektedir. Doğu’da bu ilmin adına, Câbir İbn-Hayyan’ın yapıtında görmekteyiz. Simya ilmi ile “Büyük Yapıt”ı gerçekleştirmektir. Simya ilminin önemli üç büyük aşaması vardır. Birinci aşama “Kara Yapıt” ikinci aşama “Beyaz Yapıt” üçüncü aşama “Kırmızı Yapıt”tır. Simyacıların “Felsefe Taşı” adını verdikleri de altına dönüştürdüğüne inandıkları maddedir. Simyacılar, Felsefe taşını belirtmek ve ortaya koyabilmek için karşıt isimlerle belirlerler. Felsefe taşı çift isimlerle karşılık bulurlar “iyi-kötü” “beyaz -siyah” “hava-su” “aydınlık-karanlık” “taş-su” “ateş-toprak” “eril-dişil” “yeryüzü-gökyüzü”dır. Şeyh Galip’in ünlü mesnevisi “Hüsn-ü Aşk”ın ana noktası simya ilminin arayış yolculuğudur. Orhan Pamuk’un ünlü romanı “Kara Kitap”ta da simya ilmi ele alınmakta ve Şeyh Galip’e gönderme yapılmaktadır. Foucault Sarkacı romanını, 1992 yılında, Can Yayınları ve İtalyanca aslından Şadan Karadeniz çevirmiştir. Roman, “Sarkaç’ı o zaman gördüm” sözleriyle başlar ve sarkacı anlatmaya çalışır “tıpkı bir mandala taslağı, bir beş köşeli yıldızın görünmez yapısı, bir yıldız, bir gizemli gül gibi (s.15). Foucault Sarkacı, Kabala’daki Sefirot Ağacı ve on Sefirot’a gönderme yapılarak on bölümden oluşmaktadır. On bölüm, 1.Keter ”Taç” 2.Hokmah “Bilgelik” 3.Binah “Anlayış” 4.Hesed “Merhamet” 5.Geburah “Yargı” 6.Tifaret “Güzellik” 7.Netzah “Zafer” 8. Hod “İhtişam” 9.Yesod “Temel” 10.Malkut “Krallık”tır. Roman boyunca kabala, gizemli bilgiler, bolca simgeler, simya ilmi, felsefe taşı kadim kültürler, eski uygarlıklar yer almaktadır. Romanın kahramanlarının hazırladığı sanal planın oluşturulması günlerini alıyordu. Ellerine ne geçerse okuyorlar, ansiklopediler, gazeteler, yayınevi katalogları ve bütün kitapları karıştırıyorlardı. Sonra “çünkü insan isterse, her zaman, her yerde, her şeyle her şey arasında bağıntılar bulur; dünya ansızın, her şeyin her şeye yollama yaptığı, her şeyin her şeyi açıkladığı bir akrabalıklar ağına dönüşür.” (s.440).
Umberto Eco’nun önemli eserleri arasında “Gülün Adı, Alımlama Göstergebilimi, Foucault Sarkacı, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Ortaçağı Düşlemek, Somon Balığıyla Yolculuk, Önceki Günün Adası, Yanlış Okumalar, Beş Ahlak Yazısı, Günlük Yaşamdan Sanata, Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı, Sıfır Sayı, Prag Mezarlığı, Baudolino, Kraliçe Leona’nın Gizemli Alevi, Sıfır Sayı, Açık Yapıt, James Joyce Okumaları, Çirkinliğin Tarihi, Güzelliğin Tarihi, İnanç ya da İnançsızlık, Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler, Cecü’nün Yer Cüceleri, birçok eleştiri yazıları, denemeler, gazetelerde yazılar ve söyleşiler, konferanslar, dünyanın değişik üniversitelerinde verilen dersler, seminerler” gösterilmektedir.
YORUM YAZIN
Yorumunuz Alınıyor
Boş Yorum Gönderemezsiniz
YORUMLAR
Hiç Yorum Yok